Üç elma, gönül alma! Biri at, biri murat, biri de attan, murattan ileri evlât…

Evvel zaman içinde kalbur saman içinde; cinler cirit oynarken eski hamam için­de… Bir memleketin birinde bir padişah varmış. Ötekiler gibi tacın, tahtın delisi değil,

o soydan gelenlerin iyisi mi dedim iyisi imiş. Mem­leketi öyle bir dirlik düzen­liğe kavuşturmuş, öyle bir dirlik düzenliğe kavuştur­muş ki, hangi kırk harami­ler, hangi kapı ardı bezirgânları! Ne devler top oynayabilir, ne cinler cirit atabilirmiş. Herkes kendi işinde, kendi aşında; ken­di toprağında, kendi ta­şında; ekeceğini eker, di­keceğini diker; güler yüz, tatlı dil ile gönül hoşluğu içinde yaşayıp gidermiş… Öyle bir devirde böyle bir padişaha kim kurban olmaz amma, ne çıkar, felek insanı güldürmedikten geri…

Öyle ya, Allah ona devlet üstüne devlet vermiş ama gel gelelim; yerini yur­dunu tutacak bir evlât vermemiş. Bu yüzden yaşı, başı ilerledikçe gamı, kasaveti de artıp gece dememiş, gündüz elememiş; yeri göğü yaradana yalvarıp yakarmış ama yer demir, gök bakırmış; duası yerini bulmamış.

Günlerden bir gün, padişah yine kara kara düşünüp dururken, güngörmüş, umur görmüş biri yanına girmiş:

“Padişahım” demiş, “Derdini söylemeyen derman bulamaz; ne derdin, kede­rin var?” Yanlış bir dala taş atan mı oldu, bir komşu kapısına yan gözle bakan mı? N’oldu, ne hâl oldu sana?”

Padişah boynunu bükmüş:

“Ey benim hâlden anlar kulum,” demiş; Allah her devleti verdi ama bir evlâ­dı çok gördü bana; yedi yıldır derdime derman arayıp duruyorum; ne var ki, güven­diğim dağlara kar yağıyor; tutunduğum dallar kırılıp geliyor. Oturup derdime yan­maktan gayri bir derman bulamıyorum.

Adam bunu duyunca:

“A devletlim” demiş; “Akıl öğretmek gibi olmasın ya, insan bir şeyi kendine dert etmeye görsün; gayri bu dert, gün günü sökülür gelir; yüreğinize koydukça kor;

dünü, günü kaybedersiniz sonra… Ne yapalım; bu dünyada her şey elimizde, ovu­cumuzda değil ki, kader böyle imiş; belki bunda da bir hayır vardır; öyle ya, veren Allah ya verdiğini geri alırsa! Ne kuru çayda koyun gütmeye benzer ne de emanetlik mintan giymeye… Ocaklardan ırak, ateşten gömlek gibi, yakar, yandırır adamı!” Padişah başını sallamış:

“Doğrusun, ağzı dualı kulum, doğrusun; Allah verecekse, hayırlısından, ömür­lüsünden versin ve sen onu büyüt de kendi boyunca, sonra da götürüp kendi elin­le kara topraklara ver. Böylesine acıya Eflâtun olsa dayanamaz ama bunu bir ke­re dert edindim kendime; şimdi ikide bir, bir efkâr basıyor beni; bilmem ki netsem, neylesem?” diye sormuş.

Bu hâlden, anlayan adam da:

“Padişahım” demiş, “Her şeyin bir çaresi var; bu dert sizi üstelemeden, siz bu derdi üsteleyin; efkâr dağıtacak öyle bir bahçe yaptırın, öyle bir bahçe yaptırın ki, göllerinde kuğular, köslerinde ahular… Ne sümbüller saçını yolsun, ne menekşeler boynunu büksün; vursun davullar gümbür gümbür; çalsın sazlar nazlı nazlı; güller gün eylesin; bülbüller düğün eylesin, böylesine bir bahçe… Şimdi, günün birinde bir efkâr bastı mı; bir, iki deme; var git bu cennet katına… İster bir havuz başına kurul; ister bir ağaç altına uzan; daha da istersen, suların sesiyle uyu; yeşilin rüyasına dal ve uyanabilirsen, kuşların türküsüyle uyan… Evvel Allah, gözün gönlün açılır; gayri ne gam kalır, ne efkâr!”

Bu söz padişahın aklına yatmış; nasıl olsa, hazineleri taşıp dökülüyor, bir bah­çenin de sözü mü olur? Öyle bir bahçe yaptırmış, öyle bir bahçe yaptırmış ki, nasıl söylesem, masallardaki gibi… Salkım salkım söğüt, elvan elvan çiçek, buram buram koku, aygın baygın ses… Doğrusu görenlerin parmağı ağzında kalmış; padişah da sevinip seyran eylemiş, beğenip bayram eylemiş ama gelgelelim bulduğu, umdu­ğuna değmemiş. Hangi gün, hangi saat başının üstünde bulutlar dolaşırsa, bu bah­çeye çıkmış ama bir de varıp görmüş ki, ne görsün, o gam, o kasavet kendinden önce gelip de ağaçların altında yolunu beklemiyor mu! De yiğitse gülsün bakalım! Güller gün eylerken, padişahın yüreği kan ağlamış; bülbüller düğün eylerken, gam üstüne gam bağlamış; derdi bir iken iki, iki iken üç olmuş; bir daha dönüp bahçenin yüzüne bakar mı? Atmasına adımını atmamış ama başında kara yeller estiği bir gün, yine bahçeye çıkmış, bu defa da bir ferahlık duymayınca, büsbütün öfkelen­miş. Gayrı ne çiçek demiş, ne böcek; önüne geleni kırıp geçirmiş; nerede ise taş üs­tünde taş bırakmayacakmış ya, karısı eline, ayağına sarılmış yoksa… Zaten bu ha-tuncuğun bir ayağı bahçeden çıkmıyormuş ama o günden geri, büsbütün kendini oraya vermiş. Toprağıyla toprak olmuş; yaprağıyla yaprak olmuş. Hele gül fidanları üstüne öyle bir titrer, öyle bir titrermiş ki, bir tomurcuğunu solmuş görse, onun da be­ti benzi solar; bir dalını eğilmiş görse, onunda boynu bükülürmüş. Bundandır, bahçe­nin taşı, toprağı bu hatuncuğu ayaklarının sesinden tanırmış; çiçekler en güzel renk­lerini ona gösterir; en tatlı kokularını ona saklarmış, Meyvesiz, ayvasız ağaçlar bile, bütün sırlarını ona söyler; kimi: “Ben şu derde devayım! der, kimi de: “Ben şu hasta­lığa şifayım! dermiş ama hiçbirisi onun derdine derman olamazmış. Öyle iken hatuncuk kendi talihine küsermiş ama kıl kadar olsun onlara gücenmezmiş. Nasıl ol­muşsa, bir gün yüreciğine dokunmuş da:

“A benim dalım, yaprağım; saraylar yaptırdım, altın eşikli; içinde yatmadım, yanı beşikli; ne siz muradımı verip benim yüzümü güldürdünüz, ne de ben padişa­hın yüzünü güldürebildim; bu olmadıktan geri ne deseniz, ne yapsanız nafile!” de­miş onlara…

Bu söz üstüne, utancından koca bir ağacın dili tutulmuş amma, Hikmet-i Hûda, kuru ağacın biri, lisanı hâl ile:

“İnan bacı” de­miş, “Derdini biliyorum, dağ olsa dayanamaz; eski hâlim olsaydı, sa­na eyle bir elma verir­dim, öyle bir elma ve­rirdim ki, ne muradın varsa yerini alırdı ama hani bende o dal, hani dalımda o elma? Padişahın öfkelenip de, her şeyi kırıp ge­çirdiği gün yok mu, o gün benim de kolum, kanadım kırıldı; kuruyup döküldü yap­rağım, dalım; bir filizcikten geri kalmadı yeşilim, alım… Şimdi, sabretmesini biliyorsan, üstündeki o filizleri koparıp ele güne karşı dikiver; bir gün gelir, benim vermediğimi o verir sana. Adam sende, deme; vereceği elma murat elmasıdır. Yarısını sen ye, ya­rısını padişaha yedir; dilerim Allah umarım Allah, her ne muradın varsa verir inşal­lah!”

Demiş, padişahın karısı da dediğini etmiş; o filizciği koparıp dikileceği yere dikmiş; tamam yedi yıl, yedi ay kendi evlâdı imiş gibi titremiş üstüne; esen yelden, uçan kuştan korumuş onu… Gel zaman git zaman, filiz büyümüş, fidan olmuş; bu fi­dan da serilip serpilip koskoca bir ağaç olmuş; derken bir bahar, çiçek çiçek bezenip, yaprak yaprak salınmaya başlamış… Bir de bakmış ki, ne baksın; ta tepesinde bir elma… Ha düştüm, ha düşüyorum, diyor. Elma da ne alma ya! Bir yanı o kadar beyaz, o kadar beyaz ki, aydan arı, günden duru… Bir yanı da, güneş mi öpmüş, ne olmuşsa, öyle kızarmış, öyle kızarmış ki aldan al, nardan kırmızı…

Daha durur mu hatuncuk, almış elmayı, bölmüş elmayı, yarısını kendi yemiş, yarısını da padişaha yedirmiş…

Şimdi sözü uzatıp da ne biz günaha girelim; ne de sizin başınızı ağrıtalım. Ara­dan dokuz ay, dokuz gün, dokuz saat geçmiş; gayri sevinçlerine pâyan olur mu! İki­sinin de, deli divane olası gelmiş!

Dört bir yana kuşun kanadıyla haberler gide dursun, padişah:

“Kurulsun meydanlar!” demiş, kurulmuş meydanlar… “Vursun davullar!” de­miş, vurmuş davullar… Tamam, kırk gün kırk gece şenlik, şadımanlık etmişler; yiyip içip muratlarına ermişler; gökten üç elma daha düştü, kimin muradı varsa onun başı­na…