Her edebî metin sanatkârın dünya görüşünü, her sanatkâr da içinde yaşadığı çevrenin ve dönemin sanat anlayışını, sosyal, siyasî, dinî, ekonomik, askerî ve kültürel hayatının özelliklerini ve etkisi altında kaldığı geleneği yansıtır. İşte, sanatçının eserine yansıttığı, bir dönemdeki dinî, siyasî, sosyal, ekonomik, sivil ve askerî hayatın duygu, anlayış ve zevk bütününe zihniyet denir. Bu bakımdan bir şiir incelenirken sanatçının yetiştiği dönem, o dönemin sosyal, kültürel ve sanatsal özellikleri de göz önünde bulundurulmalıdır.

Meselâ Mehmet Emin Yurdakul şiirlerinde millî duygulara yer vermiştir. Bu duyguları işlemesinde; içinde yaşadığı dönemin şartları, fikirleri ve sanat anlayışı etkili olmuştur.

Yine Ahmet Haşim, bütün şiirlerinde ferdî konuları ve duyguları işlemiş, toplumsal konulara hiç yer vermemiştir. Çünkü Ahmet Haşim’in bağlı olduğu sanat anlayışı bunu gerektirmektedir.

Göçer- konar bir medeniyetin içinde doğup yaşayan Karacaoğlan’ın şiirlerinde çok sık yer değiştirdiği ve memleketinden uzaklara gittiği için ayrılık teması önemli bir yer tutar.

Âşık Veysel, şiirlerini daima dörtlüklerle ve hece vezniyle yazmıştır. Çünkü Âşık Veysel halk şiiri geleneğine bağlı bir sanatçıdır ve geleneği sürdürmektedir.

Yunus Emre, tasavvuf eğitiminin verildiği tekkelerde yetişmiş bir şairdir. Tasavvufa göre dünya bir gurbettir. Can, Mutlak Varlık olan Allah’a dönecektir. Gerçek vatan Allah katı, gerçek sevgili de Allah’tır. Yunus Emre ve daha birçok şair, tasavvuf felsefesinin oluşturduğu zihniyetin etkisiyle şiirler yazmıştır. Dolayısıyla şiirler bu zihniyetin izlerini taşımaktadır.

Buna karşılık Lale Devrinde yaşamış olan ünlü divan şairi Nedim’in şiirlerinde, o dönemin Osmanlı Türkçesiyle Lale döneminin eğlenceye düşkün toplum hayatının izleri görülür.

Orhan Veli Kanık, sanatlı anlatıma karşı çıkan Garip Akımının temsilcisidir. Onun şiirlerinde söz sanatlarının görülmeyişi, yalın ve günlük dili tercih edişi, şekil, kafiye ve vezin kullanmayışı mensup olduğu akımın zihniyetiyle izah edilebilir.

Sanat, insanın zihniyet dünyasının yansımasıdır. Yani sanat, bir zihniyetin bir duygunun, sosyo-kültürel yaşantının çeşitli sembollerle yansıtılmasıdır. Bu nedenle sanat eserleri az veya çok sosyo-kültürel tarihin birer belgesi olarak değerlendirilmelidirler. Bir eser hangi dönemde ortaya konmuşsa, o dönemin izlerini taşır.

Şiirlerin hangi döneme ait olduklarını, dil özelliklerinden, şiirin şekil özelliklerinden, anlatım biçiminden, benzetmelerden, zevk ve sanat anlayışından hareketle tespit edebiliriz.

Şiirimizin beş hececilerinden biri olan Faruk Nafiz Çamlıbel, Millî Edebiyat Akımının etkisiyle millî bir şiir oluşturmak için çalışmıştır. Bunun için de şiirlerinin konularını daha çok Türk hayatından ve özellikle Anadolu’dan almaya gayret etmiştir. Millî bir edebiyatın oluşması için millî dili ve hece veznini ustalıkla kullanarak öncülük yapmıştır.

Şair, “Sanat” adlı şiirde de Batı sanat anlayışıyla yerli ve millî sanat zevkini karşılaştırarak millî sanatın üstünlüğünü vurgulamaktadır. Dolayısıyla bu şiirde memleket edebiyatının ilkelerinin oluşturduğu zihniyetin etkileri görülmektedir.

Özetle, bir şiiri incelerken, şiiri ve şiirin bize iletmek istediği mesajı tam olarak anlayabilmemiz için dönemin zihniyetini iyi bilmemiz gerekir.

Her dönemin zihniyetini ve görüşlerini ifade den şiirler ve edebi metinler vardır.

İşte Şiir dönem ve zihniyetlerini ifade eden birkaç şiir örneği:

İlahi

Acep şu yerde var m’ola

Şöyle garip bencileyin

Bağrı başlı gözü yaşlı

Şöyle garip bencileyin

Kimseler garip olmasın

Hasret odına yanmasın

Hocam kimseler duymasın

Şöyle garip bencileyin

Nice bu dert ile yanam

Ecel ere bir gün ölem

Meğerki sinimde bulam

Şöyle garip bencileyin

Gezdim Urum ile Şam’ı

Yukarı illeri kamu

Çok istedim bulamadım

Şöyle garip bencileyin

Söyler dilim ağlar gözüm

Gariplere göynür özüm

Meğerki gökte yıldızım

Şöyle garip bencileyin

Bir garip ölmüş diyeler

Üç günden sonra duyalar

Soğuk su ile yuyalar

Şöyle garip bencileyin

Hey Emre’m Yunus biçare

Bulunmaz derdine çare

Var imdi gez şardan şara

Şöyle garip bencileyin

Yunus Emre

GAZEL

Bezm-i safâya sâgar-ı sahbâ gelür gider

Gûyâ ki cezr ü medd ile deryâ gelür gider

Açıldugın haber virür ağyâra gül gibi

Dâim bize nesîm-i sebük-pâ gelür gider

Olmaz yine marîz-i mahabbet şifâ-pezîr

Rûy-ı zemîne bir dahı İsâ gelür gider

Sultân-ı gam nişîmen idelden derûnumu

Sahrâ-yı kalbe leşker-i sevdâ gelür gider

Birgün dimez o şûh ki âyâ murâdı ne

Çokdan bu kûya Nâbî-i şeydâ gelür gider

Nâbî

GAZEL

Benî candan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı

Felekler yandı âhımdan murâdım şem’i yanmaz mı

Kamû bîmârınâ cânan devâ-yî derd eder ihsan

Niçin kılmaz banâ derman benî bîmâr sanmaz mı

Gamım pinhan dutardım ben dedîler yâre kıl rûşen

Desem ol bî vefâ bilmen inânır mı inanmaz mı

Şeb-î hicran yanar cânım töker kan çeşm-i giryânım

Uyârır halkı efgaanım karâ bahtım uyanmaz mı

Gül’î ruhsârına karşû gözümden kanlu âkar sû

Habîbım fasl-ı güldür bû akar sûlar bulanmaz mı

Değildim ben sanâ mâil sen etdin aklımı zâil

Bana ta’n eyleyen gaafil senî görgeç utanmaz mı

Fuzûlî rind-i şeydâdır hemîşe halka rüsvâdır

Sorun kim bû ne sevdâdır bu sevdâdan usanmaz mı

Fuzuli

KASÎDE DER NA’T-I HAZRET-I NEBEVÎ

(Su kasidesi)

Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su

Kim bu denli dutuşan odlara kılmaz çare su

Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem

Ya muhît olmuş gözümden günbed-i devvâre su

Zevk-i tiğından aceb yok olsa gönlüm çâk çâk

Kim mürûr ilen bırakır rahneler dîvâre su

Suya versin bağ-ban gülzar-ı zahmet çekmesin

Bir gül açılmaz yüzün tek verse bin-gülzâre su

Ohşadabilmez gubârını muharrir hattına

Hâme tek bakmaktan inse sözlerine kare su

Ârızın yâdiyle nem-nâk olsa müjgânım n’ola

Zayi olmaz gül temennâsiyle vermek hâre su

Gam günü etme dîl-i bîmardan tiğin diriğ

Hayrdır vermek karanû gecede bîmâre su

İste peykânın gönül hecrinde şevkim sâkin et

Susuzum bu sahrede benim’çün âre su

Ben lebim müştâkıyım zühhâd kevser tâlibi

Nitekim meste mey içmek hoş gelir huş-yâre su

Ravza-ı kûyuna her dem durmayıp eyler güzâr

Âşık olmuş gâlibâol serv-i hoş reftâre su

Su yolun ol kûydan toprağ olup tutsam gerek

Çün rakîbimdir dahi ol kûya koyman vare su

Dest-bûsı arzûsiyle ger ölsem dostlar

Kûze eylen toprağım sunun anınle yâre su

İçmek ister bülbülün kanın meger bir reng ile

Gül budağının mîzacına gire kurtâre su

Tînet-i pâkini rûşen kılmış ehl-i âleme

İktidâ kılmış tarîk-i Ahmed-i Muhtâr’e su

Seyyid-i nev’i beşer deryâ-yi dürr-i istifâ

Kim sepiptir mu’cizâtı âteş-i eşrâre su

Kılmak için taze gül-zâr-i nübüvvet revnakın

Mu’cizinden eylemiş izhar seng-i hâre su

Mu’ciz-i bir bahr-i bî-pâyan imiş âlemde kim

Yetmiş andan bin bin âteş-hâne-i küffâre su

Hayret ilen parmağın dişler kim etse istima

Parmağında verdiği şiddet günü Ensâr’e su

Eylemiş her katrede bin bahr-i rahmet mevc-hîz

El sunup urgaç vuzu-ı için gül ruhsâre su

Hâk-i pâayine yetem der ömrlerdir muttasıl

Başını taştan taşa vurup gezer âvâre su

Zerre zerre hâk-i der-gâhına ister salar nûr

Dönmez ol der-gâhdan ger olsa pâre su

Zikr-i na’tın virdini derman bilir ehl-i hatâ

Eyle kim def-i humar için içer mey-hâre su

Yâ Habîbâ’llah yâ Hayr’el-beşer müştâkınım

Eyle kim leb-teşneler yanıb diler hem vâre su

Sensin ol bahr-i kerâmet kim Şeb-i Mi’rac’da

Şeb-nem-i feyzin yetirmiş sâbit ü seyyâre su

Çeşm-i hûr-şidden her dem zülâl-i feyz iner

Hâcet olsa merkâdin tecdîd eden mi’mâre su

Bîm-i dûzah nâr-i gam salmış dîl-i sûzânıma

Var ümîdim ebr-i ihsanın sepe ol nâre su

Yümn-i na’tinden güher olmuş Fuzûlî sözleri

Ebr-i nîsandan dönen tek lü’lü-i şeh-vâre su

Hâb-ı gafletten olan bîdâr olanda rûz-ı haşr

Hâb-i hasretten dökende dîde-i bîdâre su

Umduğum oldur ki Rûz-i Haşr mahrûm olmayam

Çeşm-i vaslın vere ben teşne-i dîdâre su

Fuzuli

GECE KASİDESİ

Âhımızın üstünden nurla doğan geceler

Talihlere vurulan birer fermân geceler

Her güneşle batar mı aşkı doğurandır

Gönlü ayla, yıldızla güle saran geceler

Sessizce gönüllere aşkın mührünü vurur

Bu gönüller yurdunda hep Süleymân geceler

Her kapanan perdenin ötesinde sen varsın

Her yüreğin altında gizli devrân geceler

Hesabına geçerim yaralı yüreğimin

Gönlümdeki yarayla yâre sızan geceler

Bazen gökleri verir bazen zulmete boğar

Bu divane gönülle aşka hayrân geceler

Bülbüllerin sesine serinliğini serip

Çiçeklerle güllerle her dem yeksân geceler

Uzanarak sızıyı savursam sessizliğe

Yaralı gönülleri eder püryan geceler

Ne anlar ağlamaktan sevdayı bilmez kişi

Şeb-i Yelda dertliye her an biten geceler

Derin bir muammadır bütün cihânı kaplar

Kimine düşman olur aşka sultân geceler

Uyur mu hiç seherde gönül ehli olanlar

Her gönüle bir akran derde dermân geceler

Her tarafım yaradır ok deldi lime lime

Kalbimi delip geçen azgın peykân geceler

Aşk derdiyle pişmemiş biçâre gönüllere

Günün sonuyla gelen birer zindân geceler

Ah!.. edip ağlar Mecnun, Ferhat Şirin’i gözler

Her aşığın bağrında sâdık yâran geceler

Severim geceleri Yunusla fenâ bulup

Rabbini bilenlere daim nurdân geceler

Derbeder bir kuluyum Mevla’yadır niyazım

Her çekilen şükürle Rabbe varan geceler

Bülbülüyüm güllerin bunca diken içinde

Mehmedim seherlerle sana seyrân geceler

Mehmet TÜRKAN

MERDİVEN

Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden

Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak

Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak.

Sular sarardı… Yüzün perde perde solmakta

Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta.

Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller

Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller

Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?

Bu bir lisan-ı hafidir ki ruha dolmakta

Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta.

Ahmet HAŞİM

RİNDLERİN ÖLÜMÜ

Hâfız’ın kabri olan bahçede bir gül varmış

Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle

Gece, bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış

Eski Şîrâz’ı hayal ettiren âhengiyle

Ölüm âsûde bahar ülkesidir bir rinde

Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter

Ve serin serviler altında kalan kabrinde

Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter

Yahya Kemal BEYATLI

İSİMSİZ

Müslümanlık sizi gayet sıkı, gayet sağlam

Bağlamak lazım iken, anlamadım, anlayamam.

Ayrılık hissi nasıl girdi sizin beyninize?

Fikr-i kavmiyyeti şeytan mi sokan zihninize?

Birbirinden müteferrik bu kadar akvamı

Aynı milliyetin altında tutan islam’ı.

Temelinden yıkacak zelzele, kavmiyettir.

Bunu bir lahza unutmak ebedi haybettir…

Arnavutlukla, Araplıkla bu millet yürümez..

Son siyasetse bu! Hiç böyle siyaset yürümez!

Sizi bir aile efradı yaratmış Yaradan;

Kaldırın ayrılık esbabını artık aradan.

Siz bu davada iken yoksa, iyazen-billah

Ecnebiler olacak sahibi mülkün nagah.

Diye dursun atalar: “Kal’a içinden alınır.”

Yok ki hiçbir işiden… Millet-i merhume sağır!

Bir değil mahvedilen devlet-i islamiyye…

Girdiler aynı siyasetle bütün makbereye.

Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez;

Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.

Bırakın eski hükümetleri meydandakiler

Yetişir, şöyle bakıp ibret alan varsa eğer.

İşte Fas, işte Tunus, işte Cezayir, gitti!

İşte Irak’ı da taksim ediyorlar şimdi.

Mehmet Akif

CANIM İSTANBUL

Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar

Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.

İçimde tüten bir şey, hava, renk, eda, iklim

O benim, zaman, mekan aşıp geçmiş sevgilim.

Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur

Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.

Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale

Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale.

İstanbul benim canım

Vatanım da vatanım

İstanbul

İstanbul…

Tarihin gözleri var, surlarda delik delik

Servi, endamlı servi, ahirete perdelik.

Bulutta şaha kalkmış Fatih’ten kalma kır at

Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat.

Şahadet parmağıdır göğe doğru minare

Her nakışta o mana: Öleceğiz ne çare?

Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet

Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet.

O manayı bul da bul

İlle İstanbul’da bul

İstanbul

İstanbul…

Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği

Çamlıca’da, yerdedir göklerin derinliği.

Oynak sular yalının alt katına misafir

Yeni dünyadan mahzun, resimde eski sefir.

Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar

Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar.

Bir ses, bilemem tanbur gibi mi, ud gibi mi?

Cumbalı odalarda inletir “Katibim”i

Kadını keskin bıçak

Taze kan gibi sıcak

İstanbul

İstanbul…

Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler

Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler.

Eyüp öksüz, Kadıkoy süslü, Moda kurumlu

Adada rüzgar, uçan eteklerden sorumlu.

Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından

Hâlâ çığlıklar gelir Topkapı sarayından.

Ana gibi yâr olmaz, İstanbul gibi diyar

Güleni şoyle dursun, ağlayanı bahtiyar.

Gecesi sümbül kokan

Türkçesi bülbül kokan

İstanbul

İstanbul…

Necip Fazıl KISAKÜREK

CEVİZ AĞACI

Başım köpük köpük bulut, içim dışım deniz

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda

Budak budak, şerham şerham ihtiyar bir ceviz.

Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında.

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda.

Yapraklarım suda balık gibi kıvıl kıvıl.

Yapraklarım ipek mendil gibi tiril tiril

koparıver, gözlerinin, gülüm, yaşını sil.

Yapraklarım ellerimdir, tam yüz bin elim var

Yüz bin elle dokunurum sana, İstanbul’a.

Yapraklarım gözlerimdir, şaşarak bakarım.

Yüz bin gözle seyrederim seni, İstanbul’u.

Yüz bin yürek gibi çarpar, çarpar yapraklarım.

Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı’nda.

Ne sen bunun farkındasın, ne polis farkında

Nazım Hikmet RAN

TAŞ GEMİ

I

biraz yukardan

taş et

ot mu yoksa

taşetot

alır şaşmadan

gündüzden geceye geceden gündüze

ve bütün geleceklere

çağırır şimdiden ve el koyar

ne varsa

ne dökülse küreden

güneşi çıkarırken toprak

bir de süsler koşturur insanoğlunun

bir günlük atını

sıcak el üfler güneşi karnında köpükleriyle

bir göl huzurundan tutuşup

başlar yanmaya

ve seslenir yüce dağ

serin

toplar kartalı yılanıyla

atlasın omuzlarından gencecik kayalar

eğildiler bir mermerin önüne

koşunuz ak saçlı bulutlar

denize yakın

bir çakılın kızgın yapısında

güneşle ilk kez selama durmuş

narin gövdeli soylu karınca

II

baş köşede

bak nasıl

denizin tanrıça köpüklerinden

bir de mermer balık

bir karanlık şehre

üstün nöbetçilerle giriyor

bunu gelecek çocukta olmak için

beklemek daha sonra

önce sipsivri bir başın

balçıkla Afrodite

merdiven dayayıp çıktığı

ağaçların huzurunda

onlar ne diye çocuklarını

balçıklara

III

rüzgar da koşar

nasıl sever misiniz

ya kim bilir hangi sevincin

hangi gerçeğin çiçeği

göz nuru

hangi hangi geleceğin

ağacı gelir dize

çılgınlık gibi mutlaka

ışıklı imkan içinde

Sol burna mıknatıslı demir halka

acıklı hapşırır diye belkemiğinin

durmadan mutlu geçmişini

Ananız ve babanız

balalan ağızlarıyla

onurları durmadan azalır. Döllenirler

ve başımızın içi cenaze

bir cama bin çekiç

başınız cenaze

canlı tabutlarınızla

kutupsuz kıblesiz

hangi putun önünden geçmektesiniz

IV

Can akıldan geçerken üstün gemi

gelir yaslanır bir direğe

kızkardeşini kanıyla diz kapağını

göbeğine bir haç getirip gölgesine

aleksandirina usulü ağlayıp

nereden nereye ün saldı

Su demek ki taşın çakıl cinsinden

zamanla toprak

incecik zar kesmekte

çok ‘mahirdi’

Ona

İlyada nasıl kendine benzetip

bakmışsa bugüne

gün ışığında bütün limanların

nasipsiz gemiye

sanki başka liman duruşu gibi

tanrıya yabanlaşamış

canların güneşi

V

Ne demek şu beyaz göğüslü

ince yapılı dansöz atlarla

iki lata uzanmak

kutsamak için

sevinç getiren

büyük yorgunlukla sevinç getiren

durmadan değişen ve yeniden gelen

kambur

o lezzetinde iştahlar getiren

köpükten kör balığı

… kutlanmaz göl ve toprak

temiz bir bilgiyle geçilir ellerine

su ekmek ama bir çift böcek

bir biri alnından

biraz tepeye

gerçekten biraz da tepeye

ne diye ‘gidiyorlardı’

Düştür bağırır şimdi şarkıya

onlar eğilip geçiyorlar

gelir okyanus ayaklarına

En derin anlamlı tepenin

elleri şarap ağzında gülünce

Başları bir baş dönme anaforunda

yaşamakla erkekçe kaybediyorlar

ölüme “mahçup” bir rölans

damarlarında koşan toprakla süslenip

ışığa pas diyorlar

intiharla gizlenip

hatırlarken çocukların sevinçle

ve babalarıyla ilk boy resimlerini

VI

biz işte hep soylu yapılar

ıslak taş gemide huysuz

uzakta ilk gülün akrebiyle sevişmekten

bi tek sarı ve sarsılmaz sesine güvendiğimiz

kanaryayı katlettik

Cahit ZARİFOĞLU

MONNA ROSA

I. AŞK VE ÇİLELER

Monna Rosa, siyah güller, ak güller;

Gülce’nin gülleri ve beyaz yatak.

Kanadı kırık kuş merhamet ister;

Ah, senin yüzünden kana batacak,

Monna Rosa, siyah güller, ak güller!

*

Ulur aya karşı kirli çakallar,

Bakar ürkek ürkek tavşanlar dağa.

Monna Rosa, bugün bende bir hal var,

Yağmur iğri iğri düşer toprağa,

Ulur aya karşı kirli çakallar.

Zeytin ağacının karanlığıdır

Elindeki elma ile başlayan…

Bir yakut yüzükte aydınlanan sır,

Sıcak ve minnacık yüzündeki kan,

Zeytin ağacının karanlığıdır.

Zambaklar en ıssız yerlerde açar,

Ve vardır her vahşi çiçekte gurur.

Bir mumun ardında bekleyen rüzgar,

Işıksız ruhumu sallar da durur,

Zambaklar en ıssız yerlerde açar.

Ellerin, ellerin ve parmakların

Bir nar çiçeğini eziyor gibi..

Ellerinden belli olur bir kadın.

Denizin dibinde geziyor gibi

Ellerin, ellerin ve parmakların.

Açma pencereni, perdeleri çek:

Monna Rosa, seni görmemeliyim.

Bir bakışın ölmem için yetecek;

Anla Monna Rosa, ben öteliyim…

Açma pencereni, perdeleri çek.

Zaman çabuk çabuk geçiyor Monna;

Saat on ikidir, söndü lambalar.

Uyu da turnalar gelsin rüyana,

Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar;

Zaman çabuk çabuk geçiyor Monna.

*

Akşamları gelir incir kuşları,

Konarlar bahçemin incirlerine;

Kiminin rengi ak, kiminin sarı.

Ah, beni vursalar bir kuş yerine!

Akşamları gelir incir kuşları…

Ki ben, Monna Rosa, bulurum seni

İncir kuşlarının bakışlarında.

Hayatla doldurur bu boş yelkeni

O masum bakışlar… Su kenarında

Ki ben, Monna Rosa, bulurum seni.

Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa:

Henüz dinlemedin benden türküler.

Benim aşkım uymaz öyle her saza,

En güzel şarkıyı bir kurşun söyler…

Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa.

Yağmurlardan sonra büyürmüş başak,

Meyvalar sabırla olgunlaşırmış.

Bir gün gözlerimin ta içine bak:

Anlarsın ölüler niçin yaşarmış,

Yağmurlardan sonra büyürmüş başak.

Artık inan bana muhacir kızı,

Dinle ve kabul et itirafımı.

Bir soğuk, bir garip, bir mavi sızı

Alev alev sardı her tarafımı,

Artık inan bana muhacir kızı.

Altın bilezikler, o korkulu ten,

Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne;

Bir tüy ki, can verir bir gülümsesen,

Bir tüy ki, kapalı geceye, güne;

Altın bilezikler, o korkulu ten!

*

Monna Rosa, siyah güller, ak güller,

Gülce’nin gülleri ve beyaz yatak.

Kanadı kırık kuş merhamet ister;

Ah, senin yüzünden kana batacak,

Monna Rosa, siyah güller, ak güller!

1952, İlkbahar.

II. ÖLÜM VE ÇERÇEVELER

Bir lamba yanıyor, hafif ve sarı;

Garip bir yolculuk, tren ve Gülce.

Bir hançer bölüyor, ah, rüyaları:

Bir rüya, bir hançer, bir el; ve, ve, ve…

*

Lambalar yanıyor, hafif ve sarı;

Gece kar yağacak sabaha kadar.

Toprakta et, kemik çıtırtıları…

Yarı ölüleri bir korku tutar

Değince bir taşa kafatasları.

-Ölüler ki yalnız tırnakları var,

Ve yalnız burkulmuş diz kapakları…-

*

Bir lamba yanıyor, hafif ve sarı,

Açıyor elini göğe bir kadın.

Uzuyor, uzuyor, uzuyor saçları

Uğrunda ölen güzel kızların…

*

Bir lamba yanıyor, hafif ve sarı;

Esmer delikanlı, hatıra ve kan.

Yeşil gözlü kızın hıçkırıkları

Sızıyor bir kapı aralığından;

Lambalar yanıyor, hafif ve sarı.

*

Lambalar yanıyor, hafif ve sarı;

Çocuklara açar mağaraları

Gün görmemiş kuşlar ve örümcekler.

İlan-ı aşk eden dil balıkları

Aşina suları çabuk terkeder…

Lambalar yanıyor, hafif ve sarı;

Bakıyor ateşe, küle böcekler.

Köpekler parçalar kanaryaları

Mektupları bir boz ağaç kurdu yer.

Baykuşlar ötüyor harabelerde;

Yanıyor lambalar, hafif ve sarı.

Bir kaza kurşunu bulur her yerde

Süvarisiz şaha kalkan atları…

Bir ruhun ışığı vardır göklerde,

Lambalar yanıyor, hafif ve sarı;

Ötüyor baykuşlar harabelerde.

Bir lamba yanıyor, hafif ve sarı;

Titriyor yıldırım düşmüş gibi yer.

Bekledi arzuyla karanlıkları

Anneler, babalar, erkek kardeşler.

Ta içinde duyar ani bir ağrı,

Bir hüzün şarkısı tutturur gider

Anneler, babalar, erkek kardeşler.

Lambalar yanıyor, hafif ve sarı;

Her yatak dopdolu, bir yatak bomboş.

Bir neşe şarkısı tutturur gider

Birinci, ikinci, üçüncü sarhoş;

Kurşunlar sıkılır göklere doğru,

Serçe yavruları yuvada titrer.

Lambalar yanıyor, hafif ve sarı…

*

Bir lamba yanıyor, hafif ve sarı;

İnce yelkenleri alıyor yeller.

Titretir kalpleri ve bayrakları

Gemiden toprağa uzanan eller.

Lambalar yanıyor, hafif ve sarı,

Bir yosun köküne hasret kalacak

Gizli hazineler, su yılanları…

İnce yelkenleri alıyor yeller;

Bir lamba yanıyor, hafif ve sarı.

Beyaz pelerinli hür tayfaları

Kendine bağlıyor siyah kediler;

Titriyor gönüller ve kara bayrak,

Bir yosun köküne hasret kalacak

Gemiden toprağa uzanan eller.

Bir lamba yanıyor, hafif ve sarı.

*

Bir lamba yanıyor, hafif ve sarı,

Garip bir yolculuk, tren ve Gülce.

Bölüyor bir hançer, ah, rüyaları:

Bir rüya, bir hançer, bir el; ve, ve, ve…

1952, Yaz

III. PİŞMANLIK VE ÇİLELER

Rüzgar eser, yağmur yağar, tilkiler üşür;

Bir odun parçası aydınlatır ocağı.

Anne ateşin önünde perişan,

Anne ateşin içinde hür…

Rüzgar eser, yağmur yağar, tilkiler üşür.

Yağmurlar sırtıyla sırtımın arasındadır;

Şarkılar dudaklarıyla dudaklarımın.

Bin parçaya böldü beni bir divane sır,

Sesi geliyor sesi günahkar çocukların;

Şarkılar dudaklarıyla dudaklarımın arasındadır.

Gönüller yanarak kavuşacaktı;

Yüzdeki ıstırap, çile ocağı,

Onun bu ocakta yanan toprağı,

Bir gece rüyamda avuçlarımı yaktı,

Gönüller yanarak kavuşacaktı.

Benim gözlerim yeşildir, onun gözleri kara;

Ben günah kadar beyazım, o tövbe kadar kara.

*

Annenin başı elleri arasında,

Parmağında aydınlık günlerden kalma yüzük.

Bir fotoğraf asılıdır duvarda:

Aynaya, geceye, maziye dönük,

Annenin başı elleri arasında,

Bir tüfeğin burnu havadadır,

Ateş almak üzredir, mermisiz.

Ben bir küçük kızım, ben bir deli kızım,

Siz beni ne anlarsınız siz!

Bir tüfek ateş almak üzredir, mermisiz…

Bir saman çöpüne tutunmuş kızların

Eteğini ben çektim.

NEyleyim göğsümü kara dağın sert rüzgarı doldurmuş,

Annemden ilk sütü Gülce’de içtim.

Ankara’ya, çatal dağa biz zindandan gün vurmuş:

Az kalsın yerine ben ölecektim

Bir saman çöpüne tutunmuş kızların…

Kediler halıları parçalıyor,

Kırmızı bir ışık düşüyor yere.

Annenin dizinde derman yok,

Annenin kafası iki parçadır.

Hükmedemiyor insan ruhuna ateş,

Rüzgar hükmedemiyor incecik perdelere;

Kediler halıları parçalıyor.

Ateşte sarı gül açan saksılar,

Kızarmış bir ekmek gibi duruyor;

Kulağıma garip sesler geliyor.

Kuş yumurtasından çıkan insanlar

Ahırda bir ata eğer vuruyor,

Kulağıma garip sesler geliyor.

Ben bir şarkı, ben bir tüyüm;

Ben Meryemin yanağındaki tüyüm.

Beni bir azizin nefesi uçurur,

Kalbimde Allahın elleri durur.

Cici ayaklarım iplikle bağlı,

Ben onun sılası, kendimin gurbetiyim;

Ben bir azizin hasreti,

Ben Meryem’in yanağındaki tüyüm.

Benim gözlerim yeşildir, evet evet, onun gözleri kara;

Ben günah kadar beyazım, o tövbe kadar kara…

*

Ocak sönüyor, ateş kül oluyor.

Annenin saçları beyaz,

Anne saçlarını yoluyor.

Ateşin içinde gül açar, servi büyür, ardıç büyür, çocuk büyür;

Ocak sönüyor, ateş kül oluyor,

Anne ruhunda ruhuma eğiliyor.

Yaralı kuş kanadını ısıtan

Bir güneş toprağı yarıp çıkacak.

Kadınlar sansa da yaşadığını,

Şarkısız kaldıkça yaşamayacak.

Kadınları şarkılar, geceler aydınlatır.

Kadınları şarkılar, akrepler aydınlatır.

Kadınları şarkılar, zehirler aydınlatır…

*

Artık ben gideceğim, ata eğer vuruyorlar.

Hatıralarımı birer birer yakacağım.

Entarimi parça parça edip

Zehirli kirpilere bırakacağım.

Beyaz bir kayanın üstüne çıkıp

Göğsüme siyah bir gül takacağım.

Batan güne doğru kurşunlar sıkıp

Kendimi boşluğa bırakacağım.

Ayaklarımın altından geçiyor bir deniz…

Ben bir küçük kızım, ben bir deli kızım,

Siz beni ne anlarsınız siz!

Artık ben gideceğim atım kişniyor;

Bir bebek mum istiyor, bir ölü şarkı istiyor,

Ayaklarımın altından geçiyor bir deniz, bir deniz;

Beni onun gözleri çağırıyor, duramam duramam.

Benim gözlerim yeşildir, ah, onun gözleri kara;

Ben günah kadar beyazım, o tövbe kadar kara…

1952, Güz

VE MONNA ROSA

Peygamber çiçeğinin aydınlığında ara

Sana doğru uzanan çaresiz ellerimi.

Sırrımı söylüyorum vefakar balıklara:

Yalnız onlar tutacak bu dünyada yerimi.

Koyverip telli pullu saçlarımı rüzgara,

Bir çocuğun ardına düşen heykellerimi

Peygamber çiçeğinin aydınlığında ara…

Bir çevre sağ elimden bulanık suya düştü

Ve boğazımı sıktı parmaklar ince, uzun.

Günahkar toprağıma saçından bir tel düştü;

Sana ne olmuş Rosa, bir derde tutulmuşsun.

Bir ekmek kadar aziz fikirler böyle pişti:

Noel ağaçları ve manolyalar kahrolsun,

Bir çevre sağ elimden bulanık suya düştü…

Şu şapkayı çıkarıp atıyorum ırmağa;

Her şeyim sizin olsun, hep sizin kesik başlar.

Rüyasında örümcek başlarsa ağlamağa,

İçine gül koyduğum tüfek ölmeğe başlar.

Günahını sırtına yüklenen kaplumbağa

Gibi ölüm önünde öz benliğim yavaşlar.

Öyleyse şu şapkayı fırlatayım ırmağa.

Bu erkekler kokuyu kediler gibi alır

Ve kediler her gece sürünür yastıklara.

Denizleri bahtiyar eden günler kısalır;

Satılmayan çiçekler, zehirli ve kapkara,

Unutulmuş erkekler ve kadınlara kalır.

Bir geyiğin gözleri düşer eriyen kara

Ve erkekler kokuyu kediler gibi alır.

Ve yalnızlık, sigara külü kadar yalnızlık!

Ve toprağın rüyaya yılan gibi girişi.

Sana da, Monna Rosa, taş bebeği bıraktık,

Ellerinde kılçıklı balıkların bir dişi.

Senin hatıran gibi büyük, yeni, karanlık;

Senin hatıran kadar Allah ve şeytan işi…

Ve yalnızlık, sigara külü kadar yalnızlık!

Bugün yalnız yağmura tahammül edeceğim;

Ta boğazıma kadar çıkan deli yağmura.

Tüyüme horozdan çok itimat edeceğim,

İtimat edeceğim şu belalı yağmura.

Ruhuma bayrak yapıp ben teslim edeceğim

Asılmış bir adamın iki eli yağmura.

Bugün yalnız yağmura tahammül edeceğim.

Bir tren ışığına, güneşe çekmek seni

Ve bir şehir yaratmak, ruhundan Gülce diye.

Parçalanan gemiyi ve yırtılan yelkeni

Katıvermek sessizce söylenen bir türküye.

Ve sonra bir köşede öldürmek ölmeyeni

Ve son vermek bitmeyen, bu bitmeyen şarkıya,

Bir tren ışığına, güneşe çekmek seni.

Sana tavuskuşunun içime girdiğini

Son, en son söz olarak söylemek istiyorum.

İçime girdiğini, tüyünü yolduğunu

Son, en son söz olarak söylemek istiyorum.

İçimde tavusların bir bir kaybolduğunu,

Bana da bir çift ak kanat kaldığını

Son, en son söz olarak söylemek istiyorum.

Peygamber çiçeğinin aydınlığında ara

Sana doğru uzanan çaresiz ellerimi.

Sırrımı söylüyorum vefakar balıklara;

Yalnız onlar tutacak bu dünyada yerimi.

Koyverip telli pullu saçlarını rüzgara.

Bir çocuğun ardına düşen heykellerimi

Peygamber çiçeğinin aydınlığında ara…

1952, Kış (Yılbaşı Gecesi)

Sezai KARAKOÇ